
Eğer bir gün bana “Gerçek devlet kimdir?” diye sorulsa, hiç tereddütsüz “Anadolu kadınıdır” derim. Çünkü o, yalnızca evini değil; toprağını, komşusunu, geleceğini, hatta devleti bile sırtlanmıştır. Adı devlet değildir ama hep devlet gibi davranmıştır.
Yangında su taşıyan ellerdir onunki. Savaşta mermi sırtında cepheye ulaştıran, depremde cansız bedenleri toprağın altından çıkaran… Büyük kelimeler kullanmaz, sessizdir çoğu zaman. Ama o sessizlikte bir milletin yükünü taşıyan bin yıllık bir dirayet vardır.
Kimi zaman başında tülbentiyle bir köy düğününde, kimi zaman sedyede evladının başucunda… Anadolu kadını; kriz zamanlarında organizatör, ihtiyaç anında hemşire, yoklukta mühendis, afet anında komutandır. Ne unvanı vardır ne mevkiisi. Ama her makamdan büyüktür, çünkü sorumluluğu gönüllüdür.
Anadolu’nun kadını yalnızca birey değildir; o mahallenin huzurudur, sokağın vicdanıdır, toprağın hafızasıdır. Sosyal devletin göremediği yeri görür, eksik bıraktığı yeri tamamlar.
Bu topraklarda devletin adı çokça değişti, ama hep aynı bir figür vardı perde arkasında: Çeyiz sandığını satıp askere bot alan kadın, yanan evin önünde ilk yardımı örgütleyen kadın, enkazdan çıkan çocuğa sarılıp şefkatle “Buradayım” diyen kadın…
Anadolu kadını, “devlet” kelimesinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Saygıyla önünde eğilmek değil; yanında omuz vermek gerekir.